Japonların Alice'i harikalar diyarında
Oscar ödüllü animasyon filmi "Sprited Away-Ruhların Kaçışı" gecikmeli de gösterime girdi. Film, önyargısız seyredilmeli
Amerikan animasyonuna aşırı koşullanmışlığımız nedeniyle bu film biraz yabancı geliyor. Her şey çok çabuk değişiyor, mizah kolay kavranamıyor. Ruhların Kaçışı'nı iki yıl önce Berlin Festivali'nde dalgın bir gözle izlemiş, yarısında çıkmıştım. Film sonradan hem (ortaklaşa olarak) Altın Ayı ödülünü aldı, hem de ertesi yılın Oscar ödüllerinde en iyi canlandırma filmi seçildi. Böylece büyük bir üne kavuştu. Ve hayli gecikmeli olarak bize de geldi. Filmi burada izlerken, çeşitli düşünceler içindeydim. Öncelikle adına canlandırma ya da animasyon dediğimiz alanın (eskiden çizgi-film de derdik) son yıllardaki dev adımlarını düşündüm. Yalnızca Walt Disney'in, demek ki Amerika'nın tekelinde olan ve uzun yıllar öyle kalan bu özel dalın son yıllarda hem ABD'deki çeşitlenmeleri, hem de Fransa'dan Kanada'ya, Japonya'dan Kore'ye, hatta Türkiye'ye mantar gibi biten örnekleri, kuşkusuz şaşılası bir şeydi. Elbette artık çok gelişen ve işi çok kolaylaştıran bilgisayar katkılı teknolojilerin de büyük desteğiyle... Sonra da, çok şeyde olduğu gibi bunda da Amerikan tarzından ne denli etkilenip onunla ne denli şartlandığımızı düşündüm. "Prenses Mononoke" den beri artık alanının en büyüklerinden sayılan Hayao Miyazaki'nin kendi ifadesiyle 'yüzde 80'ini eski usul elle çizerek" hazırladığı bu film, aslında kolayca evrensel olabilecek bir masal anlatıyor. Yeni evlerine giderken yollarını kaybeden bir ailenin küçük kızı, içine düştüğü 'ruhlar ülkesi'nden kurtulmaya ve de ana-babasının başlarına gelen korkunç şeyden onları kurtarmaya çalışıyor. Bu arada türlü-çeşitli yaratıklar, varlıklar ve kişilerle de tanışıyor. Film, İngiliz klasiği "Alice Harikalar Diyarında" nın Japon usulü bir yorumu sayılabilir. Miyazaki, temelde sade ve klasik bir grafiği yeğlemiş. Ama bu sadelik sizi yanıltmasın: Ardında büyük bir hayal gücü ve müthiş bir çizgi olgunluk yatıyor. Anlatılan masal dünyasına kolayca giriyor ve sanki büyüleniyorsunuz. Ama öte yandan, belki Amerikan animasyonuna aşırı koşullanmışlığımız nedeniyle, çok şey yabancı ve yadırgatıcı geliyor. Ne iyiler tam iyi, ne kötüler tam kötü. Her şey çok çabuk değişiyor, diyaloglardaki mizah kolay kavranamıyor, bu garip yolculuk süresince sizi yönlendirecek hiçbir dala tutunamıyor, hiçbir adımınızı sağlam atamıyorsunuz. "Alice"in harikalar dünyası bile Miyazaki'nin aykırı dünyasının yanında çok normal kalır! Demek ki bu filme de önyargısız gitmek ve bu yeni dünyaya alışma çabası göstermek gerekiyor. Tıpkı geçen ayların ünlü Fransız canlandırması "Belleville'de Randevu" gibi. Bu önemli ve değişik filmi ancak bu koşulla okurlarıma ve de küçüklere tavsiye ediyor ve filmin Amerikan tarzı animasyondan temelde farklı olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyorum.
4 Ocak 2010 Pazartesi
GİZLİ PENCERE
İnsanı iyice geren ve doyuran bir film |
İyi bir Stephen King hikayesine ve bundan yapılmış sağlam, sürükleyici bir gerilim filmine kavuşmak ne güzel şey! King'in özellikle son yıllarda basit korkuyu aşıp insan psikolojsinin derinliklerine dalan anlatısını da, bu tür filmlerin kendine özgü tadını da özlemişiz... "Karayip Korsanları"nın başarısından sonra artık marjinal filmleri aşıp büyük stüdyo yapımlarına da yelken açan Johnny Depp, filmde kendine özgü bir yazarı canlandırıyor. Korku-gerilim türü ve çoksatan hikayeler-romanlar yazarı Mort Rainey'i hafif 'hippie' kılıklı, pasaklı ve sarsak, üstelik karısını aşığıyla motelde basıp boşanma işlemlerine başladıktan sonra yalnız yaşamaya alışmakta olan münzevi bir kişilik olarak karşımıza getiriyor. Günün birinde, yazarın kapısını koyu bir Güney şivesi konuşan tedirgin edici bir adam çalıyor. Ve yazarın bir hikayesini, kendi yazdığı bir öyküden aynen kopya çektiğini savunuyor. Sonra tehditler geliyor: Yazarın köpeği öldürülüyor, eski evi ateşe veriliyor. İşler kontrolden çıkarken, yazar kadar eski karısının ve onun yeni sevgilisinin hayatları da tehlikeye giriyor. Film, Depp'in yukarda sözünü ettiğim çok ayrıksı tiplemesi kadar, usta oyuncu John Turturro'nun şimdiye dek yarattığı kişiliklerden çok farklı olan kompozisyonundan da destek alıyor. Daha önceki (benim görmediğim) iki filmiyle belli bir başarı kazanmış olan yazar-yönetmen David Koepp'in kendinden emin anlatımı, yeterince olgun. Ama, belki bir kez daha, Stephen King'in kendine özgü gerilim yaratma ve korku-gerilim gbi çok aşınmış bir alanda yeni şeyler bulmak yeteneğinden konuşmak gerekiyor. Elbette böylesine bir filmden söz ederken göstermemiz gereken özen nedeniyle, konudaki sürprizlerden söz açamıyorum. Ancak hikayenin gerçekten de yer yer şaşırtıcı dönemeçler aldığını ve finalin de beklenmedik olduğunu belirtmeliyim. Bu haliyle "Gizli Pencere", gerilim- severleri yeterince doyuracak ve avucunun içine alacak. Türün bu düzeyli örneğinden keyif alabilmek için temel koşul, sonunu bilmemek. Onun için lütfen dostlarınıza söylemeyin.
GİZLİ PENCERE
***
(Secret Window)
Yönetim ve senaryo: David Koepp
Görüntü: Fred Murphy
Müzik: Philip Glass
Oyuncular: Johnny Depp, John Turturro, Maria Bello, Timothy Hutton, Charles S. Dutton Columbia yapımı.
KADIN AVCILARI (The Ladykillers)
| ||
Bu da bir İngiliz klasiğini Amerikanlaştırma çabası |
Coen kardeşler bu kez kara komedinin peşine düşmüşler. Film onlara özgü anlatım ustalıklarıyla dolu. Ama çok da güldürmüyor
Artık biliniyor; Coen kardeşlerin iki temel yüzü var. Biri, kara-film türünün kalıplarını alıp son derece çağdaş öğeler ve kendine özgü bir mizah ekleyerek yaptıkları filmler. "Kansız"dan "Fargo"ya ve "Miller's Crossing"den "Orada Olmayan Adam"a.. Ya da daha açık ve sade biçimde komedi çeşitlemeleri: "Barton Fink"ten "Büyük Lebowski" ye, "Dayanılmaz Zulüm"den bu filme dek. Belki şu söylenebilir; kardeşlere ilk tür daha çok yakışıyor. Ama komedi de iyi olunca iyi. "Barton Fink"i en beğendiğim Coen filmi saydığım gibi, kendi adıma "Dayanılmaz Zulüm" de
Soygun peşindeki dört azılı haydut, bunun için yalnız yaşayan yaşlı bir kadının evini seçer. Ama yaşlı kadın her şeyi anlayınca onu öldürmeye kalkışırlar. Ancak kadının derisi tahmin edilenden çok daha kalındır... İlk filmin yönetmeni usta Alexander McKendrick şöyle demişti: "Uçarı şeyler üzerine komedi yapmak kolay. Asıl komedi,
Ve mükemmel bir açılışta, cinayetlere dekor oluşturacak olan Mississipi nehri, üzerindeki köprü ve görkemli karga başı motifiyle birlikte hikayeye girişini yapıyor. Film kardeşlere özgü anlatım ustalıklarıyla dolu. Mükemmel bir kadro, bu kara komedinin başlıca kişilerine hayat veriyor. En başta, ilk kez Coen kardeşlerle
EDGAR ALLAN POE MOTİFLERİ
Ama nedense "Kadın Avcıları" beklendiği kadar güldürmüyor. Finale doğru şaşırtıcı düzeyde komik kimi sahneler geliyor ama yine de filmin Coen kardeşlerin bilinen standartlarının gerisinde kaldığı söylenebilir. Tipik Coen
KADIN AVCILARI
(The Ladykillers)
Yönetmen: Joel Coen
Senaryo: Ethan ve Joel Coen
Görüntü: Roger Deakins
Müzik: Carter Burwell
Oyuncular: Tom Hanks, Irma P. Hall, Marlon Wayans, J. K. Simmons, Tzi Ma, Ryan Hurst
KAYIP HAYATLAR (Imagining Argentina)
| ||
İnsanların kaybolup gittiği bir ülkenin öyküsü |
Önde tango denen dünyanın en güzel, en zarif dansını yapan insanlar. Ve arkada duvara vuran işkence sahneleri. Belki gerçekten de olanları hatırlatmakta yarar var
Tehlikeli İlişkiler" filmi için yazdığı senaryoyla Oscar alan Christopher Hampton, çok ilginç "Carrington" filmiyle yönetmenliğe geçmiş, ancak ikinci filmi olan "Gizli Ajan"da aynı başarıyı yakalayamamıştı. İstanbul festivalinde de konuk ettiğimiz sanatçı, geçen yıl Venedik'te yarışan üçüncü filmiyle karşımıza geliyor. Ve 1970 yıllarında Arjantin'de geçen bir öykü anlatıyor. Öykünün dekorunu, Arjantin'de o yıllarda başta bulunan ve nedense tüm Latin Amerika ülkelerinde benzer biçimde davranan baskıcı, işkenceci ve zalim bir askeri yönetim oluşturuyor.
En küçük muhalefete bile izin vermeden ve sayısız insanı gözaltına alıp geri vermeyen bu rejim, ünlü "kayıplar" deyimini, ayrıca evlatlarını arayan annelerin oluşturduğu ve bize de ulaşan "Cumartesi anneleri" ni siyaset lügatına sokmuştu. Bir sahnede çok iyi beliriyor; önde tango denen o dünyanın en güzel, en zarif dansını yapan insanlar. Ve arkada duvara vuran işkence sahneleri... Latin Amerika ülkelerinde o kıpır kıpır ve insancıl müzikle, o korkunç zulüm ve terör yönetimleri nasıl oluyor da bir arada varolabiliyor? Belki filmde dendiği gibi, gerçekten de olanları unutmayıp aynen hatırlamak ve sürekli sanat yapıtlarıyla hatırlatmak gerekiyor.
ARALARINDA TÜRKİYE DE VAR
Ama film ne yazık, bu
Filmin dramatik yapısında birşeyler eksik, anlattığı hikaye kadar unutulmaz kılacak bir harç, bir kıvam eksik. Ve de bu iyi niyetli ama yetersiz filmin sonunda "kayıpların varolduğu ülkeler"in adı verilirken, en sonda da olsa TURKEY adını görmek gerçekten üzüntü verici oluyor. Latin Amerika'daki orduların yozlaşmışlığıyla hiçbir ilgisi olmayan bir orduya, Atatürkçü geleneğin koruyucusu bir askeri anlayışa sahip bir ülke, geçmişte kalmış kimi hatalarını temizlese de, artık tür tür filmler olaylarla birlikte, insanların gözaltında kaybolduğu bir ülke olarak anılmasa... Fena mı olur?
KAYIP HAYATLAR
(Imagining Argentina)
Yönetim ve senaryo: Christopher Hampton
Görüntü: Guillermo Navarro
Müzik: George Fenton
Oyuncular: Antonio Banderas, Emma Thompson, Ruber Blades, Maria Canals, Claire Bloom, Anton Lesser
İngiliz filmi
KALBİM BAŞKA YERDE (Il Cuore Altrove/A Heart Elsewhere)
| ||
Aşkın gizleri ve farklı yüzleri biter mi hiç? |
Çağımızda her yere, her şeye egemen olan hoyratlığın yanında bu tür filmler, boğucu bir atmosferde nefes alınacak sayılı fırsatlardan biri gibi
1920'lerin İtalya'sı. Papa hazretlerinin de terzisi olan yaşlı kurdun, iş dünyasına da kadınlar kadar aşina, hayat ustası Cesare Balocchi'nin, büyük bir derdi vardır; oğlu Neri. Neri 35 yaşına geldiği halde kadınlarla ilişki kuramamış, gerçeklerden uzak kendi dünyasında yaşayan, sıkılgan ve beceriksiz bir adamdır. Baba son bir umutla oğlunu Bolonya'ya yollar. Sosyal hayatı gelişmiş bu neşeli ve çapkın kentte, oğlu belki de hayatının amacını bulacaktır. Nitekim genç adam bir partide çok güzel, akıllı, esprili ve uçuk bir kadınla, Angela ile tanışır. Angela kusursuza yakın bir kadındır, ne var ki kördür. Ama bunu bile bir eziklik bahanesi olarak değil, neredeyse bir erdem olarak kullanan gururlu, kişilikli bir kadın. Acaba bu bir
Giderek dünya sinemasındaki çok farklı akımlara, aksiyon, şiddet, özel efekt yüklü kışkırtıcı filmlere karşın inatla kendi yolunda giden birkaç yönetmenden biri de İtalyan Pupi Avati. 1980-90'lardaki genelde festivalde izlediğimiz "Biz Üçümüz", "Bix", "Magnificat", "Meleklerin Yolu" gibi filmlerden sonra, çok az ve öz film çeviren bu 1938 doğumlu yönetmen, önceki yıl Cannes şenliğinde yarışan son filmiyle sinemalarımıza geliyor.
RUHUNUZU ISITIYOR
"Kalbim Başka Yerde" büyük bir özenle ve sevgiyle bakılması gereken, nadir bir biblo kadar kırılgan o kendine özgü filmlerden. Avati bizlere her şeyiyle kusursuz bir dönem filmi sunuyor: İtalyanlar'ın çok iyi becerdikleri bir
Deneyimli Giancarlo Giannini, Fellini oyuncusu Sandra Milo, güzel Vanessa Incontrada eksiksiz portreler çiziyorlar. Ama özellikle İtalya'da ünlü bir TV yıldızı olup ilk kez bu filmle sinemayı deneyen Neri Marcore'nin oyununa bittim ben. Tüm bu öğeler, bu kıyıda-kenarda duran filmi özellikle romantik ruhlar için kaçırılmaz bir deneyim haline getiriyor. Hassas, nadir ve "nadide" filmlere ilgi duyanlar için.
KALBİM BAŞKA YERDE
(Il Cuore Altrove/A Heart Elsewhere)
Yönetim ve senaryo: Pupi Avati
Görüntü: Pasquale Rachini
Müzik: Riz Ortolani
Oyuncular: Neri Marcore, Vanessa Incontrada, Giancarlo Giannini, Nino d'Angelo, Sandra Milo, Giulio Bosetti
İtalyan filmi
Yarından Sonra
| ||
Emmerich yaptığımız yanlışlar yüzünden, her gün biraz daha bozduğumuz doğal dengenin getireceği facialara ciddi biçimde işaret ediyor. Çok ünlü oyuncunun kullanılmadığı filmde, asıl ağırlık sinema diline ve özel efektlere verilmiş
Roland Emmerich'in "Kurtuluş Günü" filminin ilk yarısı, bence türünün başyapıtları arasında sayılabilecek bir felaket filmiydi. Dünyanın uğradığı bir uzay saldırısını anlatan film, ürkünç sahneleri ve parlak özel efektleriyle gerçekten görülmeye değer bir büyük şovdu. Ne yazık ki ikinci yarıda entrika alabildiğine çocuklaşıyor ve film ilginçliğini yitiriyordu. Emmerich, hikayesinden senaryosuna her aşamada bizzat katkıda bulunduğu bu yeni filminde, hikayeye daha çok önem vermiş. Bu kez insanlığın üzerindeki tehdidi daha gerçekçi bir olaya, zaman zaman sözü edilen radikal iklim değişikliklerinin dünyayı olası bir felakete götürmesi olgusuna dayandırıyor. İklimdeki ısınma öyle hale gelecektir ki, kuzey yarım küredeki buzullar eriyecek, Atlantik okyanusundaki sıcak akımlar denizdeki tatlı ve tuzlu su dengesinin bozulmasıyla yok olacak, çok büyük ısı düşüşleri olacak ve insanlık yeni bir buzul çağına girecektir. L.A.'de hortumlar, Yeni Delhi'de kar, Tokyo'da elma kadar dolu yağmuru görülecek, New York azgın dalgalar tarafından yutulma tehlikesi yaşayacaktır Hikayede klasik kişiler ve ilişkiler var denecek, deniyor da. Ama insanlar-arası ilişkiler zaten başka kaç çeşit olabilir ki? Farklı şeyleri simgeleyen oldukça çok sayıda kişinin öyküsünü entrikanın kıvrımlarına ustaca yerleştiriyor film. En ilginç yanı, yine ilk yarısı. Yönetmen burada çağdaş teknolojiyi kullanarak, gerçekten de insanın yüreğini ağzına getiren sahneler yaratıyor, doğanın oluşturabileceği büyük tehdidi etkileyici biçimde gösteriyor. İkinci yarıda tempo biraz düşüyor ama bu kez hem insan ilişkileri ilginç gelişmeler gösteriyor hem de böylesi bir felaketten nasıl kurtulunabileceği konusu, başlı başına bir gerilim oluşturuyor.
SÜRÜKLEMEYİ BAŞARIYOR
Emmerich çok ünlü oyuncular kullanmamış, mütevazi bir kadroyla yetinmiş. Asıl ağırlığı sinema diline ve özel efektlere vermiş. Yine de baba-oğulu oynayan kuşaklarının iyi oyuncuları Dennis Quaid ve Jake Gyllenhaal ön plana çıkıyor. Filmin en önemli yanı, gerçekten de yaptığımız yanlışlar yüzünden hergün biraz daha bozduğumuz doğal dengenin getireceği facialara ciddi biçimde işaret etmesi. Gerçi birçok şey, uzmanların da işaret ettikleri gibi, bilimsel açıdan tam olarak doğru değil. Ama tümüyle yanlış da değil. Sinemanın içerdiği ve içermesi de gereken fantezi ve hayal gücü payını da akıldan çıkarmadan, bizleri sürüklemeyi başaran bu filmin, bu konularda da herkesi düşünmeye yöneltmesini dilerdim. Çünkü anlattıkları hemen, yarın olabilir. Aksine güvence verecek var mı ?
The Day After Tomorrow)
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Jeffrey Nachmanof, R. Emmerich
Görüntü: Ueli Steiger
Müzik: Harald Kloser
Oyuncular: Dennis Quaid, Jake Gyllenhaal, Emmy Rossum, Sela Ward, İan Holm, Tamlyn Tomita FOX filmi. YARINDAN SONRA
Bir De Konuşsa - Lost in Translation
| | |
Hiç yaşanmamış bir aşkın öyküsü |
Bu filmin en güçlü yanı, bence perdede çok az yapılmış bir şeye, yaşanmamış bir aşk hikayesine dayanması. Yaz başının en güzel ve görülmeye değer yapıtlarından biri
Armut, dibine düşermiş... Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola da, babasına çok şirin gözüktüğü için başrolüne getirilip çok zarar verdiği "Baba- 3"deki oyunculuk deneyiminin fiyaskosundan sonra sıvandığı yönetmenlik deneyiminde, çok daha başarılı oldu. Ve son filmi "Lost Translation"la turnayı gözünden vurdu. Bu son derece mütevazı ama gerçekten ilgi çekici filmin başarısının temel nedenlerinden biri, öncelikle hiç bir filmde yapılmadığı kadar güçlü biçimde iki büyük uygarlığı, Batı ile Japon kültürünü karşı karşıya getirmesi ve aralarındaki büyük farkları esprili bir dille anlatması. Ünlü bir Hollywood yıldızının Japon sermayesi tarafından bir içkinin reklamı için iki milyon dolar karşılığında Tokyo'ya çağrılması ve reklam filim çekilmesi olayı, herhalde bu konudaki kişisel deneyimlerine de dayanarak, Sofia Coppola tarafından öylesine kıvrak biçimde yazılıp anlatılmış kiçekten de çok bağırarak konuşmalarından laf kalabalığını sevmelerine, törensel tavırlarından aşırı nezaketlerine, TV programlarındaki çocuksuluktan reklamın inanılmaz gücüne dek birçok şey, çağdaş Japon toplumunun tipik özellikleri ve tüm bunlar, özellikle sakin Anglo-Sakson tabiatı için gerçekten de kolay kavranacak şeyler değil. Tüm bunlar, uzun kariyerinin en iyi oyununu veren Bill Murray'ın yüzünde uygun mimiklerle yansıyor ve bu filmi, üstelik bizimle de gitgide artan ilişkiler içinde bulunan Japon toplumunu tanımak açısından çok ilginç bir deneyime dönüştürüyor.
UNUTULAN ROMANTİZM
Ama filmin en güçlü yanı, bence perdede çok az yapılmış bir şeye, yaşanmamış bir aşk hikayesine dayanması. Murray'ın oynadığı oyuncu kişiliğinin Tokyo'nun yabancılaştırıcı atmosferi içinde, ünlü bir fotoğrafçı olan genç kocasıyla sağlıklı bir beraberlik kuramamış bir Amerikan kadınıyla yaşadığı ilişki, herşeyleriyle birbiri için yaratılmış gibi duran iki kahramanın "yatak olayı" dışında tüm ayrıntılarıyla yaşadıkları ayrıksı bir aşk hikayesine dönüşüyor. Ve film bu sayede diyelim ki "Üç Renk Kırmızı" ya da "Aşk Zamanı" gibi hissedilmiş ama yaşanmamış bir aşk hikayesine dönüşüyor. Ve artık her şeyin hem de olabilecek en büyük hızla yaşandığı ve gazetelerin bile birer "ilişki raporu"na dönüştüğü günümüzde, bu filme apayrı bir romantik ve duygusal boyut katıyor. Sonuç olarak, yaz başının en güzel ve görülmeye değer filmlerinden biri...
| | |
(Lost in Translation)
Yönetim ve senaryo:
Sofia Coppola
Görüntü:
Lance Acord
Oyuncular:
Bill Murray, Scarlet Johansson, Giovanni Ribisi, Anna Faris Focus Features yapımı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)